27 Ağustos 2011 Cumartesi

Biz Hayatta En Çok FENERBAHÇE'yi Sevdik....

Kendimi bildim bileli Fenerbahçeli'yim.Hem de öyle şampiyonluğa tav olanlardan değil,7 sene şampiyonluk görmemişlerdenim.13 yaşında 2.şampiyonluğu görmüşken yaşıtım gs'liler 6 şampiyonluk görmüştü.Yani derdi kupa,başarı olanlardan değilim.Sülalemin çoğu,hatta açık söyleyeyim ben ve babam hariç neredeyse tamamı gs'liyken,o kahır yıllarında "inadına" sevdim Fenerbahçe'yi,her başarısızlığında mazoşistçe bağlandım.ve tabi manyakça!hayatımda futbol konusunda en çok yine benim gibi Fenerbahçelilerle tartıştım(Alex'in aq :D),ömrüm saçmasapan totemlerle geçti,gün geldi ailemi bile alet ettim(ama tuttu,Sevilla maçı :D)kimi zaman hayatımı Fenerbahçe'ye endekslediğim bile oldu.Sırf ben stada gidince kazanamıyor diye İzmir'e geldiğinde gitmedim maçına.Mantıksızca di mi?Ulan iyi de aşkta mantık mı aranır?Sevdim işte.Lakin şimdi linç edilmiş sevdiğim,"ilk taşı atanın günahsız olması" umursanmadan taş yağmuruna tutulmuş,yatıyor öyle yerde,kanlar içinde.Benimse gücüm yetmiyor hiçbirşey yapmaya,öyle elim kolum bağlı izliyorum.Diyorum ki,tamam ulan,öldürün onu,men edin,düşürün,hatta toptan kapatın.Lakin unutmayın,o ölse de bitmez bende sevgisi.Çünkü BEN HAYATTA EN ÇOK FENERBAHÇE'Yİ SEVDİM!

Not: Uzunca zamandır yazamıyordum lakin böyle de dönmek istemezdim bu bloga.

11 Nisan 2011 Pazartesi

Gökhan Gönül 15 Milyon € Eder mi?

Öncelikle belirteyim ki yanlış anlama olmasın: Şu an bana göre gerek Fenerbahçe'nin gerek Türkiye Ligi'nin en kaliteli topçularından biridir Gökhan Gönül, ayrıyeten formu ve istikrarı en üst düzeyde olanı.

Milliyet'in haberine göre Gökhan Gönül sezon sonunda transfer olmak için yönetimden izin istemiş, yönetim ise "15 Milyon € getir, istediğin yere git" demiş. Her ne kadar haberde yer alan diyaloglar biraz hayaliymiş gibi dursa da insan düşünmeden edemiyor, cidden 15 Milyon €'ya alan olur mu Gökhan'ı? Bunu düşünmemin sebepleri var tabi:

- Öncelikle en büyük sebep Gökhan Gönül'ün yaşı. Bize halen daha genç gibi gözüküyor lakin adam 26 yaşına gelmiş. Bugünkü koşullarda ise Avrupa'nın kalburüstü takımlarının 16-23 yaş arası futbolculara rağbet ettiği de ayrı bir gerçek. Yine de yaşlı sayılmaz fakat Avrupa'nın büyük takımları 26 yaşında ve formunun zirvesinde bir futbolcuya 15 milyon € vermek yerine 20 yaşında ve potansiyeli yüksek bir genci çok daha ucuza alabilir. 4 yıl sonra biri 30'una gelirken diğeri henüz 24'ünde Dünya çapında bir topçu olabilir. Bu konuda birçok örnek var: En güzel örnekler ise Sir Alex'in elinde yetişen C. Ronaldo ve Rooney'dir. Öte yandan Arşavin gibi çok genç olmamasına rağmen alınan futbolcular da var. Lakin bu daha ekstrem bir durum. Fakat şu da bir gerçek ki, Arşavin'in parladığı Euro 2008'de Gökhan Gönül de oynayabilmiş olsaydı belki bugün çoktan gitmiş olurdu Avrupa'ya.

- 2. Sebep, Türk futbolcularının Avrupa'daki imajı. İmaj derken kastettiğim daha ziyade Hakan Şükür'ün sürekli artan memleket hasreti, Rüştü'nün hocasıyla ters düşüp geri dönmesi, Tuncay'ın kariyer basamaklarını çıkmak için gidip tam tersine inmeye başlaması gibi şeylerdir. Gerçi Gökhan Gönül'ün oyun içi olduğu kadar saha dışındaki karakteri, disiplini ve çalışkanlığı da gözönüne alındığında bu tip olumsuz örnekler gibi değil de Tugay gibi, (ağır sakatlıklar geçirmese asla dönmeyecek olan) Nihat gibi başarılı kariyer örnekleri de geliyor insanın aklına ister istemez. Fakat yabancı klüpler bunu bir risk olarak görür mü, hele hele 15 Milyon € gibi azımsanmayacak bir parayı hayatında yurtdışında oynamamış bir futbolcuya verirler mi? İşte orası muamma.

- Bir başka sebep te bizim kendi futbolcularımızın değerini abartı şekilde şişirme hastalığımız. Mehmet Topuz 9 Milyon €, Volkan 10 Milyon €, Arda 12 Milyon €, Gökhan 15 Milyon €. E peki arkadaşım, demezler mi adama "ulan sizin topçularınız bu kadar kaliteliyse Avrupa kupalarında niye yoksunuz?" diye. Elbette bu topçuların hepsi de kaliteli, hepsi de (tamam M. Topuz hariç :D) Avrupa'nın çoğu takımında rahatlıkla oynarlar. Fakat gerek yabancı sınırlaması, gerek demin de belirttiğim oyuncularımızı abartma hastalığımız yüzünden gerçek dışı rakamlar da ortaya çıkabiliyor. Özellikle yurtiçi transferlerde.

Gökhan 15 Milyon € eder mi bilmem fakat Avrupa'ya gitmesini, gidip te başarılı olmasını isterim. Çünkü bunu hakeden, buna layık olan az sayıdaki yerli futbolcudan biri. Ve bir de gittiği takdirde yerini doldurabilecek bir Okan Alkan'ın da olması, O'nun da gelişmesinin gerekliliğini dikkate alarak yazıyorum bunları. Ha bu arada, Arda'nın 12 Milyon € ettiği yerde Gökhan da bi 15 Milyon € eder hani! En azından Fenerbahçe yönetimi böyle düşünmüş olmalı :D

21 Mart 2011 Pazartesi

İnanmak....

Gökhan Gönül daha top ayağına gelmeden takım arkadaşlarına eliyle "geçin içeri!" diye işaret ettiği anda inanmıştım o pozisyonun golle sonuçlanacağına. Tıpkı gol gelince o cehennem gibi geçen geceyi cennete çeviren futbolcuların sezon sonu şampiyonluğu da getireceklerine inandığım gibi.

Gökhan Gönül de pozisyon öncesi birşeylere inanmış galiba: "İkinci golün pozisyonunda 4-5 kişi ilerdeydik. Takım arkadaşlarımı ilerde görünce çok mutlu oldum. Herkese 'İçeri geçin' dedim."

Maçla ilgili çok şey vardı aslında bahsedecek. Takım 2. yarıdaki seri galibiyetlerinin aksine sahada etkisiz kalıyor, o galibiyetlerin temel unsuru olan ilk yarım saatlik şok presi yapmak bir yana, doğru düzgün pas alışverişi bile gerçekleşmiyordu ilk yarı boyunca. Bunun yanında Kazım'ın golünden sonra işler iyice çıkmaza girdi, zira pozisyon bulmayı geçtim rakibe 2. gol için pozisyon vermeye başlamıştık. Takım son 2 ayki takım değildi, resmen geçen sezonun 2. yarısındaki Daum'un 1-0'a oynayan takımı vardı sahada. Ama o zamanki kadar bile etkili olamıyorduk bir türlü.

Etraftan gelen homurdanmalar artıyordu gittikçe. "Dia veya Stoch'tan biri neden oynatılmıyor", "Cristian ne işe yarıyor", "Özer hangi akla hizmetle oynatılır" ve daha nicesi.... Yani anlayacağınız ortam tam bir cehennem havasındaydı 75. dakika öncesinde biz Fenerbahçeliler için. (inkar edenin alnını karışlarım! :)) Daha önce 2 GS maçında daha yaşamıştım bu hissiyatı: 2004-2005'teki ve 2007-2008'deki Ali Sami Yen deplasmanları. Her 2'sinde de etkisiz, pasif, doğru düzgün kontratak bile yapamayarak 1-0 kaybetmiştik. Haliyle bu 2 maç geldi aklıma. Bir yandan ümitsizliğe düşüp bir yandan da "bizim takım bi yolunu bulur, atar o ilk golü, gerisi de gelir" diyordum. Evet, inancım sürüyordu, zira (şimdilerde şampiyonluğu çok hakettiklerini iddia eden) Trabzon'u daha ilk yarım saatte haşat eden de, Beşiktaş'ı kendi sahasında yıllardan sonra 4'leyen de bu takımdı. Ama süre de gittikçe azalıyordu. (Bu arada TT Arena'yı yapanların ellerine sağlık, gerçekten de rakibe baskı sağlama adına sağlam bir atmosfer olması sağlanmış.)

Neyse ki ilk gol geldi. Bu golden sonra ciddi anlamda yukarıda bahsettiğim endişelerin hiçbiri kalmadı bünyede. Fakat vakit te gittikçe daralıyordu. Tam o anda Gökhan Gönül'e gelen top, onun arkadaşlarına yaptığı "geçin içeri!" hareketi, açtığı orta, Alex'in kafa vuruşu, Zapata'nın çaresiz uzanışı, topun filelere değmesi.... Aslında bunlar arka arkaya olduğunda sadece gol ve galibiyet değil, şampiyonluk da geliyordu. Zira bu kadar kötü oyundan ve çaresizlikten sonra bir takımın halen daha toparlanıp, ayağa kalkıp kendine gelmesi ancak ve ancak şampiyonluk alameti olabilirdi. Beni sorarsanız sezon başından beridir inanıyorum bu takımın bu sezon şampiyon olacağına, ama şimdi görüyorum ki futbolcularımız da en az bizim kadar inanıyorlar şampiyonluğa. Evet, daha 8 maç var ve illa ki birinden birinde puan kaybı olacak. Puanlar kaybedilirken belki kötü de oynayacak takım. Ama şu da bir gerçek ki, her maç iyi oynayacaklar diye birşey yok, fakat her maç böyle inanarak oynadıkları sürece bilekleri bükülmez bu futbolcuların, sezon sonu da şampiyon oluruz.

Kapanışı Aykut Kocaman'ın devre arası konuşmasından alıntılarla yapalım, zira manası çok derin :)

"Beyler ilk yarı bitti.... Tamam, hiç iyi oynamadık.. F.Bahçe gibi oynamadık aslında.. Ama 45 dakika bitti, geri gelmeyecek.. Herkes önce bir sakin olsun.. Soluklanıp derin bir nefes alsın.. Devre bitti, yeni bir 45 dakika başlıyor.. Bizi biz yapan, ligde 9'da 9 yapmamızı sağlayan değerleri hatırlayın, onları ortaya koymamız gerekiyor....Elinizde herşeyi düzeltmek için 45 dakika daha var.. Bu, uzun bir zaman....Sakın panik yapmayın.... Sakin olun, bakın maçı nasıl kazanacağız...."

11 Mart 2011 Cuma

Son 10 maçın 9'u....


Bir tarafta son 10 lig maçının 9'unu kazanan Fenerbahçe, diğer tarafta ise son 10 maçının 9'unu kazanamayan, hatta son galibiyetini 10 hafta önce almış olan Konyaspor pazar günü Kadıköy'de karşı karşıya gelecekler. Kim ne derse desin kağıt üzerinde Fenerbahçe favori gözüküyor, lakin defanstaki eksiklikler de soru işareti. Hem bu açıdan, hem de Fenerbahçe'nin evsahibi olması ve Konyaspor'un başında Yılmaz Vural'ın olması faktörlerinden ötürü "üst" biteceği neredeyse kesin bir maç olacak gibi. Tabi top yuvarlaktır, önemli olan da galibiyet! :)

23 Şubat 2011 Çarşamba

Derbi'nin Ardından

Bu maçı kesinlikle 30'ar dakikalık 3 periyoda ayırmak gerekir:

0 - 30. dakika: Aykut Hoca, 2. yarının başından beri uyguladığı "maçın başında şok pres" taktiğini deplasman derbisidir falandır demeden uyguladı. Sırf bu cesaretinden ötürü bile takdir edilmelidir. Bu ilk periyodda o kadar bariz pozisyonlar kaçtı ki, insanın aklına ister istemez ligin ilk yarısındaki FB - BJK maçı geldi. Eğer golden sonra o pozisyonlardan çok değil 1 tanesi bile gol olsaydı çok farklı bir maç izlemiş olabilirdik. Pozisyonlardan gol çıkmaması ise yorulmaya başlayan oyuncuları daha da zorlamamak adına Aykut Kocaman'ı 2. periyodu başlatmaya itti:

30 - 60. dakika: İlk yarım saat müthiş tempolu ve saldırgan oynayan Fenerbahçe'de 2. gol gelmedikçe oyuncular daha da saldırmaya, bu arada da yorulmaya başladılar. Bu noktadan sonra Aykut Hoca, ilk yarı bitimine kadar hem skoru korumak hem de oyuncuların aktif dinlenmelerini sağlayabilmek amacıyla geri çekti takımı, ki biz buna "İnönü Taktiği" diyoruz. Aslında olması gereken de buydu. Zira Quaresma, Simao, Guti, Almeida gibi boş alanı seven oyunculara karşı defansif oynadıkça rakip atak yapsa bile pek bir sonuç alamayacaktı. Quaresma'nın bencilliklerinin de katkısıyla böyle de oluyordu aslında. Taa ki, Ekrem Dağ'ın golüne kadar. Ekrem hangi mevkide görev verilirse verilsin işini yapmaya çalışmasından ötürü sevdiğim topçulardandır. Lakin o golü ömrü boyunca bir daha atabilir mi, işte orası muamma. (Bu arada hakem biraz cesur olsaydı Ekrem daha maçın başında 2. sarıdan atılmış olacaktı, bu da unutulmamalı.)

Her neyse, işte o gol tüm hesapları altüst etti Fenerbahçe adına. Mecburen 2. yarıda tekrar atak yapmaya başlayıp saldırgan olacaktı futbolcular. Fakat buna fırsat bile kalmadan 2. golü geldi Beşiktaş'ın. Biraz şans, ama çokça markaj hatasından gelen gol ibreyi iyice Beşiktaş'a çevirmişti. Fenerbahçe de gol için yüklendikçe arkada boşluklar bırakıyordu ve tam da o sırada Almeida'nın kaçırdığı (daha doğrusu Volkan'ın kurtardığı) gol, 3. periyodu başlatıyordu:

60 - 90. dakika: Unutulmaması gereken şudur ki, Fenerbahçe o andan sonra iyice yüklenmeye başladı ve Beşiktaş ta psikolojik anlamda bocaladı, yani penaltı olmasaydı bile Fenerbahçe 2. golü atacaktı bir şekilde, penaltı ve kırmızı kart ise hem 2. golün gelmesini hızlandırdı hem de devamında oyunun mutlak kontrolünü Fenerbahçe'ye verdi.

Gol ve kırmızı kart ile birlikte Beşiktaş'ın dizilişi de, kurgusu da, hatta kimyası da bozuldu. Bu da en çok ortasahadan Necip'in çıkıp defansa Aurelio'nun girmesiyle etrafı bomboş kalan Alex'e yaradı. Bu ligde kaç sezondur takımlar Alex'e yakın adam markajı uyguluyorlar. Peki niye? Cevap basit: 10 dakikada 3 gol yememek için. 60'lardan kalan bir taktik olabilir lakin birinin bu tip Türkiye gerçeklerini Schuster'e anlatması lazım. Veya en azından yedeğe stoper almayı unutmaması gerektiğini.

Kısaca Fenerbahçe takımına değinecek olursak:

Volkan: Sana çok şey söylenir aslında ama Adnan Oktar'ın bir vecizesi çok uygun olur: "Sen dev bir kedisin!"

Gökhan: Oynama be abi, valla billa bak, sakatsan oynama. Kötü oynadığından değil, kendine zarar vereceğinden korkuyorum, defalarca iyileşmeden sahaya çıkıp daha beter olan Rıdvan'a benzemenden korkuyorum. (Allah korusun tabi ki) İnşallah sezon sonunda iddia edilen klüplerden birine gidersin, zira senin hakkın bizim buralardan çok daha fazlası ediyor.

Lugano: Aslında Lugano-Ferrari düellosunun başlama sebebi Lugano değil, Ferrari'ydi. Zira Kiev maçının acı tecrübelerinden ötürü duran toplarda özel vazifeli olarak Lugano'ya yapışması emri verilmiş gibiydi. Lakin Lugano'yu durdurmanın 2 yolu vardı, ya kızdırıp attıracaksınız ya da kızıp ağız burun dalıp siz atılacaksınız. Ferrari 2. yolu seçti. Lugano'ya gelince, tek kelimeyle vazgeçilmez.

Yobo: Güven vermeye devam ediyor, bonservisinin alınması gerekliliği konusunda pek birşey söylemeye gerek yok, parası neyse verin!

Santos: Bu adamın böyle oynadığını gördükçe bizi o kadar maç Caner Erkin'e muhtaç etmesinden ötürü kızıyorum aslında kendisine. "Brezilya Milli Takımı'nın solbeki"nin oynaması gerektiği gibi oynadı.

Defans için özel not: 2'si kaptan olmak üzere 5'i de kendi milli takımlarında banko oynayan oyunculardan kurulu ve şu formlarıyla kesinlikle Avrupa'nın en iyi defans hatlarından biri.

Selçuk: Geçen sezonun 2. yarısıyla birlikte bi hal olmuştu bu adama, halen daha devam etmekte. Arada eski hatalarından ufak örnekler sunsa da artık takımın kalitesine çıkabiliyor. Mevkisinde Baroni olduğu sürece kesinlikle 11'de oynatılmalı.

Emre: Derbide çok da iyi değildi aslında ama 2 hareket ile maça nasıl tesir edilebileceğini de gösterdi, 1.de kalenin kör noktasını gördü lakin Rüştü topa yetişti, 2.de ise Alex'in keline deyim yerindeyse nişan aldı ve harika bir asist yaparak maçın kopmasını sağladı.

Mehmet Topuz: Gerek sakat Gökhan'dan fazla destek alamamasından, gerek her 2 takımın da diğer kanadı daha çok kullanmalarından ötürü son maçlardaki etkinliği yoktu. Yine de özellikle bu maçta gol atmak istiyordu, bu sefer de olmadı seneye inşallah.

Dia: Maçın kahramanlarından. Lakin biri bu elemana şut çalıştırsın. Küçükken mahalle maçlarında bazı çocuklar vardı, yetenekli, pire gibi, çalım üstüne çalım depar üstüne depar atan çocuklar. Lakin kalenin önüne geldiler mi bir türlü atamazlardı o golü. Dia da o çocuklara benziyor şu haliyle. (o değil de, bir Stoch vardı, ne oldu ona?)

Alex: Evet, kırmızı kart sonrası Schuster'in hatalı oyuncu değişikliğinden de ötürü meydan Alex'e kaldı ve o da rakibe acımadan bu fırsatı değerlendirdi. Lakin Gençlerbirliği ve Galatasaray deplasmanlarında da aynı etkili oyunu görebilecek miyiz kendisinden, işte orası muamma.

Niang: Gücü, kuvveti, hızı, oyun zekası halen daha üst düzeyde. Bir de şu golleri kaçırmasa....

Yedekler: Baroni vasat, Bekir'in sağ bek oynatılmasına bir son verilmeli, Özer de şu halı saha vari çalım merakını azaltarak bitirmeli.

Aykut Kocaman: Beşiktaş'ın 2. golünden 60. dakikaya kadar geçen kısa süre haricinde oyunu istediği gibi yönlendirmeyi başardı. Penaltı ve kırmızı kart ise sadece 2. golün gelişini erkene aldı. Belki 4 olmazdı lakin 2. gol mutlaka gelecekti. Çünkü Aykut Kocaman böyle istedi.... 10 puan!

Takım 3 maçlık zor seriyi kayıpsız atlattı, şimdi ise önlerinde "nispeten" daha kolay bir 3 maçlık seri var: Her ne kadar toparlanmış olsa da Kasımpaşa'yı kendi sahamızda yenebiliriz, Gençlerbirliği maçından korkarım zira son yıllarda Ankara deplasmanları kayıpla bitti, Konya ise artık Ziya Doğan'ın takımı değil ve karşılıklı bol gollü bir Fenerbahçe galibiyeti gelebilir. Bu 3 maçın da kayıpsız aşılması GS'yi yenmekten daha önemli. Çünkü bu sırada Trabzon da tehlikeli maçlar oynayacak.

20 Şubat 2011 Pazar

Hatırla....İnönü Taktiği'ni!

14 Nisan 2002, lider Galatasaray'ın takipçisi olan 2 takım İnönü Stadı'nda karşılaşıyor. Öyle bir maç ki, kaybeden değil şampiyonluğa, Şampiyonlar Ligi biletine dahi veda edecek. Bu riski çok iyi gören Lorant, takımı olabildiğince kapalı oynatıp, ani ataklarla gol bulmaya çalışıyor. Başarılı da oluyor, zira maçı 0-2 kazanan Fenerbahçe'nin 2 golü de ani ve hızlı gelişen 2 atakla Serhat'ın ayağından geliyor. Fenerbahçe Şampiyonlar Ligi elemelerini garantileyip şampiyonluk şansını da ileriki haftalara taşırken derbiden önce kupayı da Kocaelispor'a kaptıran Beşiktaş lige havlu atıyordu.

25 Nisan 2004, bazı açılardan tam da bugünkü derbiyi andıran bir maç oynanmıştı bu tarihte. Zira, bir tarafta sezona güçlü kadrosu ve büyük umutlarıyla iyi bir şekilde başlayan fakat ilerleyen haftalarda ardı ardına puanlar kaybeden Beşiktaş, diğer tarafta ise yeni bir kadro ve yeni bir hoca ile soru işaretleriyle dolu bir sezona kötü bir şekilde başlayan fakat ilerleyen haftalarda arka arkaya galibiyetlerle yarışta öne geçen Fenerbahçe vardı. Hatta aslında hatırlayanlar iyi bilir, Fenerbahçe bu maçtan önceki 2 maçta sadece 1 puan alabilmişti ve Beşiktaş'ın ümitlerini arttırmıştı. Tabi puan sıralamasında 2 takımın arasında bir Trabzonspor gerçeği vardı ve Fenerbahçe'nin sadece 2 puan arkasındaydı. Yani Fenerbahçe'nin olası bir mağlubiyeti halinde şampiyonluğun kaçması neredeyse kesindi. Bu riski çok iyi gören Daum, takımı olabildiğince kapalı oynatıp, ani ataklarla gol bulmaya çalıştı. Ve tıpkı Lorant gibi, o da başarılı oldu. Van Hooijdonk ve Nobre'yi resmen BJK savunmasının önüne yem gibi bırakıp özellikle Pierre'i orta sahaya kadar çeken Daum; sağdan Serhat, soldan Tuncay gibi 2 süratli oyuncusu (yani bu maç için esas silahları) ile ani ve gerçekten hızlı gelişen ataklarla Beşiktaş'ın işini bitiriyordu. Maçtan sonra ise BJK'da yönetim olağanüstü kongreye giderken Fenerbahçe de 3. yıldıza doğru koşuyordu.

18 Eylül 2005, aslında Fenerbahçe'nin kapalı oynayarak skorun üstüne yatmasını gerektirecek bir durum yoktu maçtan önce. Zira hafta içi Milan'a deplasmanda iyi direnmesine rağmen son dakikalarda yenilen ve ligde de form tutmaya başlayan bir Fenerbahçe vardı, diğer tarafta ise henüz sezon başı olmasına rağmen bekleneni veremeyen bir Beşiktaş. Yine de "bay dahi" Daum, (özellikle 2. yarı boyunca) takımı olabildiğince kapalı oynatıp, ani ataklarla gol bulmaya çalıştı. Ve 2 gol de ani-bireysel ataklarla geldi. İlk golde Anelka'nın müthiş deparı öldürücü vuruşuyla son bulurken 2. golde ise 90+1'de müthiş bir gol atmış olan BJK'li futbolcuların golün sevinciyle Tuncay'ın ne kadar çılgın bir adam olduğu unutmaları sonucunda 90+3'te gitti denilen maç geri geliyordu. Bu maçta da defansta iyi kapanıp bireysel ani hücumlarla gol bulmayı deneyen Fenerbahçe, yine başarılı oldu.

5 Mayıs 2007, Fenerbahçe daha 1 hafta önce kupada kavgalı ve bol hakem tartışmalı maçta kendi sahasında Beşiktaş'a elenmiş, üstüne üstlük hemen sonrasında yine kendi sahasında 2-0 öne geçtiği maçta Denizli ile 2-2 berabere kalmıştı. Tüm bunların üzerine bu maçı da kaybederse şampiyonluğu da Beşiktaş'a kaptıracaktı. Bütün bu riskleri çok iyi gören Zico, takımı olabildiğince kapalı oynatıp, ani ataklarla gol bulmaya çalıştı. Ve tam da istediğine daha maçın başında ulaştı. Tuncay'ın "hayatının pası"nı attığı Kezman, istediği zaman nasıl son vuruş yapacağının adeta dersini vererek Runje'nin üzerinden aşırtma bir vuruşla maçın tek golünü attı. Bu golden sonra, özellikle 2. yarıda maç Fenerbahçe'nin yarısahasını geçtim resmen ceza sahasında geçti bazı bazı. Lakin gerek o dönemki Beşiktaş'ın gol bulma sorunu, gerek Fenerbahçe'nin çok iyi kapanması bir kez daha aynı taktikle galibiyeti getirdi Fenerbahçe'ye, sonrasında da şampiyonluğu tabi.

29 Mart 2008, belki de bütün bu galibiyetlerin tek istisnasıydı bu maç. Tarihi boyunca en büyük Avrupa başarısını yaşamakta olan, hatta maçtan birkaç gün sonra Kadıköy'de Chelsea'yi yenecek olan yani "istim üstünde" giden Fenerbahçe, o sezon lig maçlarına aynı önemi verememesine rağmen bu maçta da tıpkı Avrupa'daki oyununu oynayınca galibiyet kaçınılmaz oldu. Galibiyetin bir diğer sebebi de, Fenerbahçe ne kadar iyi olursa olsun, Ertuğrul Sağlam yönetimindeki Beşiktaş'ın da önemli ölçüde taktik yanlışlar yaptığıydı. Yine de maça dönüp baktığımızda özellikle 0-1'den sonra etkili BJK ataklarını görüyoruz ve Fenerbahçe'nin 2. golünün de bir "İnönü klasiği" olarak ani atak ile geldiğini hatırlayabiliyoruz. Unutmadan, BJK defansı Alex'in 2 golünde de resmen uyuyakalmıştı.

3 Mayıs 2009, bu kez çok farklı bir senaryo: Bir tarafta olaylı GS derbisi ile sadece şampiyonluk umutlarını değil, önemli oyuncularını ve daha önemlisi de moralini kaybeden son 2 maçında da yenilen ve bütün sezonu hayal kırıklığı olarak geçiren yani kaybedecek birşeyi kalmamış bir Fenerbahçe varken diğer tarafta ise 6 yıl sonra şampiyonluğa ilk kez bu kadar yaklaşan ve kazanması halinde lider olacak olan bir Beşiktaş vardı. Bunların yanında, Fenerbahçe'nin savunmasında da problem büyüktü: Edu sakat, Lugano ve Önder ise cezalı oldukları için meydan Yasin ile Can'a kalıyordu, lakin görev yaptığı kısa sürede Can Arat'ın potansiyelini(!) çok iyi anladığını düşündüğüm Aragones, tüm riskleri göze alıp 1,74'lük Gökhan Gönül'ü stopere, Yasin'in yanına çekiyordu. Bu 2 ismin olası hatalarını minimuma indirmek için ise seleflerinden gelen mirası, İnönü Taktiği'ni uygulayarak takımı olabildiğince kapalı oynatıp, ani ataklarla gol bulmaya çalıştı. Ve başarılı da oldu. Zira ilk gol, artık Fenerbahçe'nin İnönü klasiği haline gelmiş "ani gelişen" gollerdendi, bir yandan Semih'e pas atıp bir yandan da hızlı koşuya geçen Güiza, topun ceza yayında boşta kalması üzerine 2 yıl önceki Kezman'ın golüne benzer (hatta daha da zor) bir gol atarak takımını 0-1 öne geçirirken 1 sezondur kendisiyle dalga geçen tüm futbolseverlerin de ağzını açıkta bırakıyordu. 2. gol ise 2. yarıda rakip sahada ender bulunduğumuz anlardan birinde gelmişti. Yediğimiz golde ise Aragones'in kapalı defans oynatmasındaki amaç belli oluyordu, zira Yasin ile Gökhan önlerindeki alan boşaldığı anda doğal olarak etkisiz hale gelmişlerdi ve Holosko'nun golü gelmişti.

Yukarıdaki maçlar, Fenerbahçe'nin son 10 sezondaki İnönü galibiyetleridir. Ve 1'i hariç tamamı takımı olabildiğince kapalı oynatıp, ani ataklarla gol bulma taktiğiyle kazanılmıştır. Bu maçta da bu taktiğin uygulanması şarttır, zira gerek Beşiktaş'ın galibiyet için deli gibi saldırıp arkasında boş alan bırakma ihtimali (ve potansiyeli) gerek Fenerbahçe'nin elindeki kontratağa uygun yapıdaki oyuncular (Niang, Dia, Mehmet Topuz, Gökhan Gönül) oyunun bu şekilde gelişmesi gerektiğini ve Aykut Kocaman'ın büyük bir sürpriz yapmaması halinde de böyle gelişeceğini göstermektedir.

Normal şartlarda maçın favorisi formda ve rakibine oranla daha sorunsuz olmasından dolayı Fenerbahçe'dir. Lakin Beşiktaş'ın elinde ne zaman ne yapacağı belli olmayan, 1 arapasla herşeyi değiştirebilecek bir Guti, uzaktan 1 şutla bütün hesapları şaşırtabilecek bir Quaresma varken net favoriyiz demek o kadar da kolay değil. Bu oyunculara gerekirse özel tedbirler almak gerekir, umarım alınmıştır da. Ayrıca sadece yukarıdaki maçlarda değil, BJK'nın kazandığı maçlar da dahil olmak üzere "İnönü'de ilk golü atan kazanır" diye bir kural var gibi. Ve sanırım yine o kural işleyeceğe benziyor. Fakat tersinden bakarsak, kuralı bozup geriden gelerek kazanabilecek takım da Fenerbahçe olabilirmiş gibi görünüyor, zira BJK ilk yarıda 1 gol yerse toparlanması daha zor olur.

Son olarak, kavga ve gürültüsüz, hakem tartışmalarının ve kırmızı kartların olmadığı bir maç olsun, dostluk kazansın. :)

16 Şubat 2011 Çarşamba

Meydan Senindir Aziz Başkan!

Bunu söylemekten nefret ediyorum, hatta elimde olsa Aziz Yıldırım ve türevlerini tek seferde Türk Sporu'ndan arındırmak isterim lakin bazıları ancak "AZİZSİLİN"den anlıyor. Nedeni malum:

"Basketbol Federasyonu Disiplin Kurulu, yasaklı madde aldığı gerekçesiyle geçtiğimiz aylarda gündemi fazlasıyla meşgul eden Diana Taurasi'nin tedbir kararını kaldırdı. Hacettepe Üniversitesi'nde hata yapıldığı belgelenirken, bu konuda gerekli açıklamanın Kulüp ve Federasyon tarafından çok yakında yapılacağı duyuruldu."

Ne kolay değil mi başarılarla dolu parlak bir kariyeri böylesine kolay ve ucuz bir şekilde karalamak? Başta Taurasi'ye "dopingçi" damgası vuranlar olmak üzere hepimizin bir özür borcu var kendisine, lakin önce Aziz Yıldırım'ın cuma günkü basın toplantısı var. Baştan söylüyorum, o basın toplantısında bu konu hakkında söyleyeceği her lafın altına imzamı atarım, zira neler diyeceği de, klüp ve oyuncunun mağduriyetleri de ortada. Mikrofonlarımız Aziz Başkan'da....

Sadri Şener'e 2 Soru

1 - Volkan Babacan'ın 2008-2009 Kupa Finali başta olmak üzere Fenerbahçe'de oynadığı maçları izlediniz mi? Daha açıkça, Volkan'ın Fenerbahçe'den neden gönderildiği hakkında bir fikriniz var mı?

2 - Daha 2 hafta önce, Fenerbahçe-Kayserispor maçında Volkan Babacan'ın yediği 2 golün tıpatıp aynısını hatta aynı futbolculardan sizin kaleciniz Onur Kıvrak da yemişti, o maçtan sonra Onur'a da Volkan'a gösterdiğiniz tepkiyi gösterdiniz mi?

14 Şubat 2011 Pazartesi

R9....

90'ların 2. yarısı ile 2000'lerin ilk yarısı arasındaki zamanın tartışmasız 1 numarası, adına özel TV, PC oyunları çıkartılan, uğruna 9 numaralı formalar alınan, 98'de hakettiği Dünya Kupası'nı Zizou'ya kaptıran, 2 defa aynı dizinden sakatlanmasına rağmen ayağa kalkıp o kupayı 4 yıl sonra hem de gol kralı olarak kazanan, gittiği her ligde gol kralı olmayı başaran, Dünya Kupaları tarihinin toplamda gelmiş geçmiş en golcü futbolcusu olan, yıllar boyu o göbeğine rağmen nasıl öyle depar attığı anlaşılamayan, çoğu futbol oyununda isim hakları alınamadığı için "g. silva", "no.9" gibi kod adlarıyla anılan, 94 Milyon €'luk C. Ronaldo'nun bile "Çakma Ronaldo" diye anılmasına neden olan efsane bir topçu futbolu bıraktığını açıkladı.

Elveda g. silva, elveda R9, elveda il fenomeno, elveda "Hakikî Ronaldo"....

1 Şubat 2011 Salı

Tuncay'lı Wolfsburg!

Elbet birgün ayrılacaktı fakat böyle bitmemeliydi Tuncay'ın İngiltere rüyası. Anlaşılan o ki, Dzeko sayesinde transfer bütçesi arka arkaya imza şov yaptırmaya müsait hale gelen Wolfsburg'un teklifi, Stoke City'de formaya hasret kalmasından ötürü İngiltere'deki piyasasına göre daha cazip gelmiş Tuncay'a. Yeni takımında ise büyük ihtimalle Fenerbahçe'de çok aşina olduğu bir sistemde ve yine aşina olduğu mevkide oynayacak, bu da kendisi için çok büyük bir avantaj. Fenerbahçe'de iken kendisine tanınan saha içi serbestliği burada da alabilirse Almanya kariyeri İngiltere'dekinden çok daha farklı gelişebilir.

Bu arada kendisi şöyle bir açıklama da yapmış: “Türkiye’ye dönmeyeceğimi her fırsatta dile getirdim zaten. Benim nasıl bir Fenerbahçeli olduğumu taraftarlar biliyorlar. Oynadığım dönemde de bunu her zaman göstermeye çalıştım. Profesyonel olarak değil, amatör olarak mücadele ettim. Çünkü yüreğimle oynamaya çalıştım. Dönmeyi düşünmedim, ama dönersem tabii ki Fenerbahçe’ye döneceğim” Biz de biliyoruz senin Fenerbahçe'deki hırslı oyununu lakin Avrupa'dayken böyle büyük konuşup ta sonradan ezeli rakiplere giden futbolcuları da gördük. Onun için, bu tip büyük laflar etmeyi boşver, sonuçta bu senin ekmek paran, oynayabileceğin en fazla 7 senen var şunun şurasında, yarın öbürgün "gitmem" dediğin klüplerden biri cazip bir teklif yaparsa hiç düşünmeden gideceğini hepimiz biliyoruz, zira bu senin mesleğin.

Yaş olmuş 29.... "Kesin Dönüş" vakti geldiğinde Aziz Başkan yüz vermezse ne yapacağını bir düşün sevgili Tuncay. Unutma ki İngiltere rüyan da bu yaştan sonra o çok istediğin "basamakları çıkabilme"yi gerçekleştiremeyeceğinden dolayı bitti. Yani Wolfsburg'da başarılı olamazsan bu yaştan sonra muhtemel dönüş adreslerin az çok belli. Tabi eski taraftarlarından alacağın tepkiler de, hele ki bu açıklamalardan sonra.

Umarım o kesin dönüş günü hiç gelmez ve sen de kariyerinin sonuna kadar yurtdışında bizi başarıyla temsil eder, gurur kaynağımız olursun. Bol şanslar!

31 Ocak 2011 Pazartesi

Her Fenerbahçeli'nin Rüyası

Bazı dakikalarda Bünyamin Gezer faktörüyle kabusa dönmüş olsa bile, rüya gibi bir akşam yaşandı dün gece Kadıköy'de Fenerbahçe taraftarları açısından. Şundan eminim ki, bu sabah ağzı kulaklarına varan birini görürseniz bu kişinin %99 Fenerbahçeli olduğuna kanaat getirebilirsiniz. Tabi bu "rüya gece"nin oluşmasında çeşitli faktörler vardı:

Hiç kuşkusuz ilk faktör, futbolcuların uzun zamandır görülmemiş derecede hırslı, mücadeleci, ve bunların yanında da konsantrasyonu yüksek bir şekilde yani o hırsın (kartlar havada uçuşana kadar) sinire dönüşmemesini sağlayacak bir oyun oynamış olmalarıdır. Hem de tamamen İSTİSNASIZ takımın tamamı bunu başardı. Taraftarın göz bebeği (!) Selçuk Şahin bile (ki bence geçen sezonun 2. yarısından itibaren formu yükselişte olmasına rağmen) oyundan atılana kadar hayatının topunu oynadı diyebiliriz. Gördüğü kartlar ise rakibe pres yaparken geriyi boş bırakan Emre, M. Topuz, Gökhan'dan ötürü en azından Lugano'nun gördüğü karta göre daha affedilebilir düzeydeydi. Gerçi bu 4 isim bahsettiğimiz hırsın esas kaynağı olduğundan onlara tek laf edemeyiz, orası ayrı konu. :D

Tribünlerde ise ÜNİFEB, CK, VAMOS BİEN gruplarının geri dönüşüyle birlikte eski günlere dönüş nihayet gerçekleşti. Taraftar resmen takım adına itici güç olurken rakip ve hakem üzerinde gereken baskıyı da çok iyi bir şekilde kurmayı başardı, galibiyetin ve rüya gibi geçen gecenin mimarlarından oldu.

Ve Aykut Kocaman.... Çok şey dendi kendisi hakkında, lakin yukarıdaki fotoğraf sanırım herşeyi özetlemeye yetiyor. 2. golden sonraki "Alllaaaah" nidasıyla bağırışı uzun süredir kendisi üzerinde yapılan baskının bir dışa vurumuydu sanki. Arkandayız Kral, yeter ki bu takım hep bu azimle oynasın!

Maçtan önce dediklerimin halen arkasındayım, böylesine güzel bir galibiyete rağmen Fenerbahçe adına moral dışında hiçbirşey değişmiş değil henüz. Zira önümüzde çok zor geçecek koca 3 hafta var. Ancak bu 3 maçta da bu azim görülürse şampiyonluk adına gerçekten birşeyler söylenebilir.

Yine de en başta dediğim gibi, tüm Fenerbahçeliler için rüya gibi bir geceydi. Öyle ki, maçı izlediğim kahvede bir ara maçı bırakıp en son ne zaman böyle bir Fenerbahçe izlediğimizi tartışır olmuştuk, 2007-2008 sezonundaki Şampiyonlar Ligi maçlarında karar kıldık. :D

30 Ocak 2011 Pazar

Hayat Memat Maçı mı?

İlk olarak bugünkü maçta her 2 takımın hocasını bu fotoğraftaki gibi dostane görüntülerle görmek istediğimi buradan belirtiyorum. Gerek saha içinde futbol yetenekleriyle gerek saha dışında karakterleri ve duruşlarıyla her 2'si de Türk Futbolu'nun birer "KOCAMAN GÜNEŞ"i olan bu 2 güzide teknik adamın hem de birbirleriyle polemiğe girmeleri yeterince can sıktığı gibi, muhtemelen çekişmeli geçecek olan bu maçta fair-play adına barış rüzgarları estirseler hiç fena olmaz sanırım. (Lig TV spikeri tarzı fair-play dilekleri mode on :D )

Gelelim maça: Misafir takımdan başlayacak olursak Trabzonspor'un bu maçı kaybetse bile şampiyonluk yarışında en avantajlı takım olmayı sürdüreceği herkesin malumu. Yine de Şenol Hoca, bu maçı ve dolayısıyla ligi düşünerek kupada BJK karşısına yedek kadro ile çıktı. Bunu yapmasındaki bir diğer amaç olası sakatlıklarda FB karşısında zor duruma düşmemek olduğu kadar istim üstündeki bir Beşiktaş'a karşı nasıl olsa zorlanacağını, haftasonunda hedef bakımından daha önemli bir karşılaşmaya çıkacağı için camiada çok çabuk ve şiddetli yaşanabilen moral bozukluğunu bu bahaneyle önlemek de olabilir, ha böyle birşeyin olup olmadığını yine sadece kendisi bilir, orası ayrı konur.

Takım ise son 2 maçın skorlarındaki tökezlemeye rağmen etkili oyunundan birşey kaybetmiş değil. Her ne kadar İnönü deplasmanında kaybetmiş olsalar da 5. haftadan bu yana yenilmemeleri ve özellikle deplasmanda 6 galibiyet 2 beraberlikle çok etkili bir dış saha performansı göstermeleri en önemli artıları. Şimdiye kadarki 8 deplasman maçında 19 gol atıp sadece 3 gol yemeleri de bir veri olabilirdi fakat karşılarındaki ekip ligin ilk yarısında özellikle kendi sahasında gol atma konusunda coşan ve çoğu maçı (iddaa tabiriyle) Üst bitiren Fenerbahçe olunca insan haliyle daha gollü bir maç bekliyor. Tabi Aykut'un geçen sezon Mart'tan Mayıs'a dek Daum tarafından başarıyla uygulanan "1-0'ın üstüne yatma" taktiğini kullanma ihtimali de var, o da apayrı bir konu.

Gelelim Fenerbahçe'ye: Yukarıda da dediğim gibi, takım geçen sezonun sonlarına doğru girdiği "1-0 olsun benim olsun" mantığına da girebilir,"önemli maç ve kendi sahamızda" diyerekten coşup rakibini de coşturabilir. Sorun aslında takımın 1-0'a yatması veyahut ilk yarıdaki GS maçındaki gibi bol hücumcu-az orta sahayla çıkması değil. Esas sorun, camianın takımı daha 19. haftadan "hayat memat maçı" havasına sokmuş olmasıdır. Bu tip şeyler ligin bitimine 5-6 hadi zorlasak 8-9 hafta kalana kadar yapılabilir, hatta yapılmalıdır da. Lakin önde daha 15 hafta varken ve Trabzon maçından sonra da 3 tane dişli rakiple (2'si deplasmanda olmak üzere) arka arkaya oynayacakken bu maça bu derece önem verilmesi tıpkı 2002-2003 ve 2008-2009 gibi ligden erken kopulan sezonlarda yaşananlara sebep olabilir.

Konuyu açacak olursak: Bu maçtan Fenerbahçe'nin elde edeceği 3 skor ihtimalini de değerlendirelim:

Galibiyet halinde: Aradaki puan farkı 4'e inecek evet ama hemen sonrasındaki Manisa-Kayseri-BJK maçlarından en az 1'inde yine puan kaybedileceği için bu galibiyetin değil, bundan sonra yapılması gerekenlerin önemli olması gerekir. 1 gülle bahar gelmeyeceği gibi sezon ortasındaki 1 önemli maçla da şampiyonluk gelmiyor, bunun örneğini çok defa gördük. (Bu arada Manisa'nın da an itibariyle ligde Trabzon'u yenen tek takım olduğunu da hatırlatırım.)

Beraberlik halinde: Evet, lider ile puan farkı korunacak ve maç kaybedilmediği için camiada bir kaos ortamı olmayacak, moral bozukluğu ile atlatılabilir birşey. Fakat diğer yandan arkadan gelen Kayseri ve Beşiktaş'a geçilme ihtimali de iyice artacak, Bursa'nın arayı açması da cabası. Bu açıdan bakılırsa mağlubiyetten pek farkı kalmıyor gibi.

Mağlubiyet halinde: Puan farkı 10'a yükselecek ve Fenerbahçe zirveye yaklaşamadığı gibi daha da uzaklaşacak. Fakat daha 2 hafta önce de fark 9 puan iken şansımızın devam ettiğinin yazılıp çizildiği ortamda ve daha önümüzde koskoca 15 hafta varken bu kadar erken havlu atılırsa yazık olur derim, zira ligimizin geçtiğimiz 2 sezonda da görüldüğü üzere karmaşık ve sürprizlere açık bir havası olduğu, bu yüzden de erken havaya girilmemesi gerektiği gibi erken pes de edilmemesi gerekir. ("Pollyanna mısın be adam?!" diyenler galibiyet için yazdıklarımı tekrar okusun lütfen.)

Takım konusundaki endişelerim kadro kalitesi, mücadele, hatta oynanan futbol konusunda bile değil, esas endişem bu sezon resmen takımın genleriyle oynanmış olması yönündedir. İster geçen sezonki istikrarsız zamanlarda, ister Zico devrinde, hatta ve hatta Aragones döneminde bile şu maç oynansaydı çok büyük bir mucize olmadığı takdirde kesin kazanırdık. Çünkü bu takımın yıllardan beri alışkanlık edindiği en önemli özellik kendi sahasında olsun-olmasın, takımın hali ne olursa olsun GS, BJK, TS maçlarında takır takır topunu oynayıp maçını kazanıyordu. Bunun en güzel örneği, 2008-2009'da ligden çoktan kopmuş, stoperde Yasin ile Gökhan Gönül'ün mecburen oynadığı, ligde son 3 hafta galibiyet görememiş ve morali diplerde olan takımın İnönü'de (şampiyonluğa koşan ve o maçı kazandığı takdirde liderliğe yükselecek olan) Beşiktaş'ı belki bütün sezon oynayamadığı bir futbolla yenmiş olmasıdır.

Demek istediğim şey gayet klişe: Bu takım her zaman gidip saçma sapan takımlara puan bırakıp, biraz moral bulup biraz da taraftarın ağzına 1 parmak bal çalmak için derbileri kazanırdı. Bu sezon ise derbilerde kazanamazken diğer maçların en azından kendi sahasında olanların hepsini kazandı, deplasman galibiyeti alışkanlığı da yavaş yavaş yerine oturuyor. (bu deplasman fobisi bakımında 2000-2001 sezonunu andırıyor) Bu maç konusunda da beni en çok korkutan şey tam olarak bu zaten. Derbileri geçtim, Avrupa maçları ve Bursa maçı gibi önemli mücadelelerden de galip ayrılamadı takım. Yani maç seçip zor maç seven Fenerbahçe gitti, yerine sanki nispeten kolay olan maçları kazanıp tansiyonu yüksek maçlarda kırılganlaşan Fenerbahçe geldi.

Bu maçta bu kırılganlığın atılıp atılmadığı belli olacak, lakin atılmış olsa bile takımın eski huylarından olan "derbi galibiyetinden sonra seriye başlama" ne kadar mümkün olur, ondan da emin değilim. Lakin emin olduğum tek konu var, o da bu maçın Fenerbahçe için önemli olduğu fakat hayat memat meselesi olmadığıdır. Yukarıda da değindiğim gibi bu maçtan çıkacak 3 ihtimal de takımı ne kurtarır, ne de batırır. Bunun yanında unutmamalıyız ki, haftalardır eleştirilip yerden yere vurulan takımın ligdeki son 6 maçında 5 galibiyeti var ve bu maçtan sonra kalan maç sayısı tamı tamına 15.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...